Kadına karşı şiddetin yaşamın olağan akışında değerlendirildiği, siyasilerin şiddeti kınamak yerine beyanları ile körükledikleri, şiddetten kaçmak isteyen kadına talep ettiği önleyici ve koruyucu tedbirlerin ya çok geç veya hiç verilmediği, kadına karşı şiddetin ve kadın cinayetlerinin verilerinin dahi olmadığı bir ülkede 25 Kasım’ın sembolik değeri belki de tüm bu nedenlerin her biri açısından tek tek ve nedenlerin bütünü açısından daha da önemli.
15 Kasım 2014 Cumartesi günü Şişli Kent Kültür Merkezi’nde 25 Kasım’ın önemini toplumun gündemine getirmek ve Türkiye’nin en derin sosyolojik ve hukuki sorunu olan kadın cinayetlerini tartışmak amacı ile Kadın Konferansı düzenlendi. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun, DİP’li Kadınlar’ın, Ege 78'liler Derneği’nin, Emek ve Özgürlük Cephesi’nin, CHP Kadın Kolları’nın, HTKP’li Kadınlar’ın, Kadın Partisi İzmir İl Yönetim Kurulu’nun, Koşuyolu Yaşam Parkı Forumu’nun, Muğla Emek Benim Kadın Derneği’nin, Odak Dergisi’nin, Şişli Gülbağ Forumu'nun imzacısı olduğu çağrı metniyle düzenlenen Konferans’da tek gündem maddesi vardı: Kadın Cinayetleri ve Çözüm Yolları.
Konferans’da imzacı kurumların temsilcileri, milletvekilleri, sanatçılar, şiddet mağduru olmuş ve koruma altındaki kadınlar ve öldürülen kadınların akrabaları kadına uygulanan maddi ve manevi şiddete ve kadın cinayetlerine ilişkin görüşlerini, deneyimlerini ve çözüm yollarına ilişkin önerilerini aktardılar. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platform’unun gönüllü avukatlarından biri olarak ben de çözüm yollarını hukuk perspektifinden üç temel başlık altında anlattım.
Hukuki açıdan incelendiğinde, 1986 yılında Türkiye’de yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılması Sözleşmesi (The Convention on the Elimination of All Forms of Discrimination against Women (CEDAW), kanun koyucuya kadına karşı şiddetin önlenmesinin ayrımcılığın kaldırılması ile yakından bağlantılı olduğunu kabul ettiremedi ve kadına karşı şiddeti aile kurumunun sınırlarından çıkartamadı. 1998 tarihinde yürürlüğe giren 4320 Sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun da şaşırtıcı olmayan bir şekilde kadını, bir birey olarak değil, sadece ailenin parçası olarak gören, kadına karşı şiddeti de ailevi bir olgu olarak değerlendiren bilinci yansıtmaktaydı. 2011 yılında, AKP iktidarı, kadının insan hakkı ve ayrımcılıkla mücadele kavramları ile birlikte değil de aile çatısı altında konuşlandırarak Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı'nın yerine Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı kurdu. 2012 yılında yürürlüğe giren 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun ve Uygulama Yönetmelik’i de kadına karşı şiddetin önlenmesine ilişkin detaylı önleme ve koruma mekanizmaları, bu mekanizmaları işletmeye yetkili kolluk ve adli mekanizmalar öngörse de kadın cinayetlerinin artan sayısını engellenemedi. 2014 yılında kadına karşı şiddetin giderileceği iddiası ile topluma anlatılan ve yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun adı altındaki “Torba Kanun”da da “kadın” kelimesi sadece Genel Gerekçe’nin I. Maddesinde bir kere kullanıldı. Torba Kanun ile Türk Ceza Kanunu’nun Kişilere Karşı Suçlar arasında yer alan ve sadece “Cinsel Dokunulmazlık” kapsamındaki suçlara ilişkin 102 ila 105. maddeleri tadil edildi. Bir başka deyişle yürürlüğe giren tadiller AKP iktidarının iradesinin kadınların kasten öldürülmeleri ve yaralanmaları, eziyet görmeleri veya hürriyetlerinin kısıtlanması özelinde ağırlaştırıcı hükümler kabul etmek değil, sadece “Cinsel Dokunulmazlık” kapsamında sınırlı bir düzenlemeye gitmek olduğunu açıkça gösterdi.
Hukuki metinlerin tarihsel sıralamasının ve içeriklerinin incelenmesi kadın cinayetlerine ilişkin çözüm yollarını ararken oldukça önemli. Zira metinlerin içerikleri ve hatta isimleri kanun koyucunun genel olarak kadına karşı şiddeti ve özel olarak kadın cinayetlerini bir insan hakkı sorunu olarak tanımlanmadığının göstergeleri. Bu bağlamda, şiddetin ve cinayetlerin önlenmesi için önleyici ve koruyucu önlemleri belirten kanunların, yönetmeliklerin uygulanması kolluğun, savcıların ve hakimlerin keyfiyetine bırakılmış durumda. Bu keyfiyet elbette sadece kadının yaşam hakkının korunmasına ilişkin önlemlerin alınmasında ortaya çıkmıyor. Ülkede, iktidarın en tepesinde olup da hırsızlıktan, görevi kötüye kullanmasından şüphe duyulan kişiden, sokakta anayasal hakkı olan toplanma ve gösteri yapma hakkını kullanan vatandaşlara orantısız güç kullanan çevik kuvvete kadar sirayet etmiş bir cezasızlık kültürü mevcut. Kaskındaki sicil numarasını sildiği zaman, vatandaşı darp etse de öldürse de herhangi bir yaptırım ile karşılaşmayacağını bilen insanın iç rahatlığı, kanun tanımazlığı olarak tanımlanabilir cezasızlık kültürü. Hukuk devletinin temel yapı taşı olan fiillerinin sonuçları nedeni ile ceza alacağını bilme endişesinin Türkiye’de erozyona uğradığına hatta yok olduğuna şahitlik ediyoruz.
Sırtını cezasızlık kültürüne dayamış olan kolluk da tam da bu nedenle gördüğü şiddet ve ölüm tehdidi nedeni ile karakola sığınan kadınlara, ilgili Kanun’un 3. Maddesi uyarınca gecikmesinde sakınca bulunan hallerde mülki amirden izin dahi olmadan “Kendisine (kadına) ve gerekiyorsa beraberindeki çocuklara, bulunduğu yerde veya başka bir yerde uygun barınma yeri sağlanması” veya “Hayatî tehlikesinin bulunması hâlinde, ilgilinin talebi üzerine veya resen geçici koruma altına alınması.” konularında gerekli kamusal hizmeti sunmayabiliyor. 6284 sayılı Kanun hakimlerin uygulaması gereken koruma ve önleyici tedbirleri detayları ile belirtmiş olmasına rağmen, bir hakim karısını 43 yerinden tornavida ile öldürme kastı ile darp etmiş kocaya ilişkin olarak “Müşterek konuttan veya bulunduğu yerden derhâl uzaklaştırılması ve müşterek konutun korunan kişiye tahsis edilmesi” konusunda karar vermiyor ve kadının yaşam hakkının korunmasını mahalle halkının iradesine bırakıyor. 6284 sayılı Kanun, şiddet uygulayanların verilen tedbir kararlarına aykırı hareket etmeleri halinde, Aile Mahkemeleri tarafından aleyhlerine zorlama hapsi kararı verilebilmesine imkan vermesine rağmen, ihlale ilişkin şikayetleri kolluk Cumhuriyet Savcısına, Cumhuriyet Savcısı da ivedi olarak Aile Mahkemelerine göndermeyerek, sürecin uzamasına, tedbir kararlarının pratikte uygulanmamasının yaptırımsız kalmasına sebep olabiliyorlar.
6284 sayılı Kanun’un Uygulama Yönetmeliği’nin 4. Maddesi’nde “Şikayet mercileri (kolluk, mülki amir, Cumhuriyet başsavcılığı, hakim, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı) Kanun kapsamındaki görevlerini gecikmeksizin yerine getirmekle yükümlüdür” denmekle beraber, söz konusu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde yaptırımlar belirtilmiyor. Böylelikle 6284 sayılı Kanun’da ve Uygulama Yönetmeliği’nde kadının yaşam hakkının korunması için getirilen önlemlerin ve tedbirlerin uygulanmaması nedeni ile kadına tanınmış hakların içinin boşaltılmasına imkan yaratılmış oluyor. Kadına karşı şiddetin ortadan kaldırılabilmesi için elbette uzun vadede eril aklın baskıcı ruhunun dönüştürülmesi, kadının toplumdaki bireysel kimliğinin kabullenilmesi gerekli. Fakat bu uzun değişim sürecinin tamamlanmasını beklemeksizin, öncelikle kadına karşı şiddetin ve kadın cinayetlerinin önlenebilmesi için şiddet uygulayanların fiillerinden dolayı ve şiddet uygulayanların fillerini engellemeye yetkisi olanların da bu görevlerini ilgili mevzuat uyarınca yerine getirmediklerinde dolayı cezalandırılacaklarına ilişkin bir algının ve iradenin oluşturulması önem arz ediyor. Kadın cinayetlerinin önlenmesine ilişkin çözüm yollarından ilki bu anlamda cezasızlık kültürünün ortadan kaldırılmasına yönelik eylemler.
Şikayet mercilerinin görevlerini 6284 sayılı Kanun ve Uygulama Yönetmeliği’ne uygun olarak yerine getirmelerini anlamlandıracak ve kadına karşı şiddeti ve kadın cinayetlerini engelleyecek bir diğer husus da talep edilen ve karar verilen tedbirlere, koruma altına alınan kadınların sayılarına, korumanın kapsamına, kadınların uğradığı şiddetin içeriğine, uygulanma biçimine ve öldürülen kadınlara ilişkin verilerin ulaşılabilir olması. Bilgi bu anlamda, şiddetin boyutlarının anlaşılması ve tedbirlerin daha ne kadar sıkı alınması gerektiğini içerik olarak belirleyecek itici bir güç oluşturuyor. Her ne kadar 6284 sayılı Kanun’un 15. Maddesi Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri’ne (ŞÖNİM) “Koruyucu ve önleyici tedbir kararları ile zorlama hapsinin verilmesine ve uygulanmasına ilişkin veri toplayarak bilgi bankası oluşturmak, tedbir kararlarının sicilini tutmak” görevini vermiş olsa da ŞÖNİMlerin Türkiye çapında yaygınlaşmamış olması ve verilerin gruplandırılmamış olması nedeni ile, elde edilebilen bilgiler, şiddetin boyutlarını tam bir şekilde yansıtmıyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’ndan kadın cinayetlerinin sayılarına ilişkin talepler, kadın cinayeti olarak tanımlanabilecek özel bir kavram olmadığı gerekçesi ile yanıtlanmıyor. Kadın cinayetlerine ilişkin sayılar ancak sivil toplum örgütlerinin, medyanın kendi imkanları ile bir araya getirilerek, puslu bir insan hakları ihlali haritası olan ülkede, gerçeklerin boyutu anlaşılmaya çalışılıyor. Devlet, özel yetkili mahkemeleri şehirden uzakta, abartılı güvenlik önemleri altında Silivri Yerleşkesinde kurarak, Ali İsmail Korkmaz’ın davasının görüldüğü mahkemeyi “güvenlik nedeni” ile şehir şehir kaçırarak da yine aynı otoriter içgüdüsünü sergiliyor. Uzağa taşınan mahkeme salonlarındaki hukuksuzluğu davaları takip etmek isteyen halktan, ve “bu ülkede kaç kadın kendisine koruma verilmediği için öldürüldü?” diye soran insanlardan da bilgiyi kaçırmak, saklamak istiyor. Bu anlamda kadın cinayetlerinin gelecekte engellenmesi açısından, ısrarla, yılmadan tüm idari kurumların ellerindeki bilgilerin temin edilmesi hayati önem taşıyor.
Son olarak da 6284 sayılı Kanun’da ve Uygulama Yönetmeliği’nde belirtilen şiddet mağduru kadınlara gec?ici maddi yardım, sağlık giderlerine ilişkin destek, mesleki danıs?manlık, is? bulma desteg?i, gec?ici barınma yeri desteg?i, rehberlik ve danışmanlık desteği, kres? desteg?i gibi destekler, Kanun’un yürürlüğe girdiği 2012 senesinden beri ya çok eksik miktarda veya hiç verilmediğini belirtmek gerekir. Kadını korumak için tahsis edilebilecek yakın koruma görevlisinin masraflarının korum talep eden kadınlardan talep edilmesi, bu mali imkanı olmayan kadınların bu imkandan yararlanamamasına sebebiyet vermektedir. Mülki amirlerin desteklerin mahiyeti ve maliyetleri konusunda yetersiz bilgilendirilmiş olmaları nedeni ile, kadınların talepleri sonuçsuz kalmaktadır. Kadın cinayetlerinin gerçekleşmemesi için, öncesinde kadının korunması ve önlemlerin alınması hayati değerdedir. Söz konusu tedbirlerin mali imkansızlıklar nedeni ile temin edilememesi de, ilgili mevzuat ile kadına sağlanan hakların pratikte uygulanamaz ve işlevsiz hale gelmesine sebebiyet vermektedir.
Ağustos 2014’de yürürlüğe giren Kadına Yo?nelik S?iddet ve Aile İc?i S?iddetin O?nlenmesi ve Bunlarla Mu?cadeleye Dair Avrupa Konseyi So?zles?mesi’nde (İstanbul Sözleşmesi) yukarıda belirtilmiş olan tüm konularda ve daha pek çok hukuki ve teknik hususta Türkiye’nin yükümlülükleri ile yüzleşmesi mümkün. Sözleşme’nin 29. Maddesi “Taraflar mag?durlara, uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak, gu?c? ve yetkileri dahilinde gerekli o?nleyici veya koruyucu tedbirleri almayan devlet makamlarına kars?ı yeterli hukuki yolların sag?lanması ic?in gerekli yasal veya dig?er o?nlemleri alacaklardır.” demek sureti ile 6284 sayılı Kanun’nun ve Uygulama Yönetmeliği’nin uygulanmasını engelleyen kolluk ve adli birimler hakkında gerekli işlemlerin yapılmasını ve fiilleri nedeni ile yaptırıma tabi tutulmaları gerektiğini öngörmekte. Sözleşme’nin 11. Maddesi de bilginin önemine atfen, Türkiye’ye “a. Bu So?zles?me kapsamında kalan her tu?rlu? s?iddet olayıyla ilgili birles?tirilmemis? istatiksel veriyi du?zenli aralıklarla toplayacaklardır, b. Bu So?zles?me kapsamında kalan her tu?rlu? s?iddet olayının ko?ku?nde yatan nedenler ve bunların etkileri, s?iddet olayları, ceza oranlarının yanı sıra, bu So?zles?menin uygulanması ic?in alınan tedbirlerin etkililig?ini incelemek u?zere, bu olaylarla ilgili aras?tırmaları destekleyeceklerdir.” yükümlülüğünü ve bu bilgileri Sözleşme uyarınca kurulacak olan uzmanlar gurubuna teslim etmek zorunluluğunu getirmekte. Sözleşme’nin 8. Maddesi’nde de kadın cinayetlerini önlemek amacı ile alınacak tedbirlerin mali boyutu konusunda kesin bir yükümlülük tespit edilmiş, “Taraflar, devlet dıs?ı akto?rler ve sivil toplum tarafından gerc?ekles?tirilenler de dahil olmak u?zere, bu So?zles?menin kapsadıg?ı her tu?rlu? s?iddet eylemini o?nlemeye ve bunlarla mu?cadeleye yo?nelik bu?tu?ncu?l politikaların, tedbirlerin ve programların yeterli bir bic?imde uygulanması ic?in uygun finansal kaynakları ve insan kaynaklarını tahsis edeceklerdir.”
İktidarın kadına bakışını, kadına karşı şiddeti konumlandırışını ve şiddetin giderilmesi için insan hakları boyutundaki (olmayan) iradesinin mahiyetini gerek siyasilerin beyanlarından gerekse fiillerinden anlamak mümkün. Bu nedenle bir hukukçu olarak ulusal hukuk sisteminde kadınların yaşam hakkını ihlal eden sayısız tıkanıklıkların, İstanbul Sözleşmesi gibi ulusalüstü metinler ile bir anda giderilebileceğini düşünmeyecek kadar gerçekçiyim. Öte yandan, İstanbul Sözleşmesi’nin ilgili hükümleri, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu olarak görevlerini ifa etmeyen savcılar ve kolluk görevlileri hakkında yapmış olduğumuz şikayetlerimiz, Bilgi Edinme Kanunu çerçevesindeki veri taleplerimiz ve 2015 bütçesinde kadına karşı şiddetin ve kadın cinayetlerinin önlenmesi konusunda alınacak tedbirlerin mali boyutunun dikkate alınmasını talep eden önerimiz açısından bir turnusol kağıdı işlevi gördü. 25 Kasım gibi sembolik bir günde ve ilerleyen tüm süreçlerde kadın cinayetlerinin önlenmesi için çözüm yollarını hayata geçirmek amacı ile hukuki tüm imkanlardan fayda sağlayarak, yılmadan ve eksilmeden, kadın dayanışması olarak hak ve adalet arayışımızı devam ettireceğimiz konusunda ümit doluyuz. 15 Kasım 2014 tarihindeki Kadın Konferansı da geleceğe ilişkin bu umudumuzun sembolü oldu.